GİRİŞ
AYET VE HADİSLERİ YORUMLAMA VE MEAL YAZMA ÇABAMIZ VE AMACIMIZ
Cenabı Hak’ka sozsuz hamdü senalarımızı ileterek, Hz. Peygamber Efendimize tazimle salatü selamlarımızı arz ederek başlıyorum.
Yakın arkadaşlarımızdan ve saygın dostlarımızdan yeni bir Kur’an’ı Kerim meali hazırlamamız konusunda sıkça talep ve tavsiyeler gelmekteydi. Ancak yüksek bir marifet ve ehliyet isteyen ve ağır bir mesuliyet gerektiren böyle bir teşebbüse hem cesaret edememiş, hem de yoğun kitap çalışmaları, dergi yazıları ve Milli Çözüm internet sitesi güncel yorumları nedeniyle, uzun zaman ve araştırma gerektiren böylesine ulvi ve ilmi bir çalışma fırsatını henüz kader bize vermemişti. Ne var ki başta sevgili Necmettin Musa kardeşim ve çok değerli Konya Milli Çözüm ekibi, yaklaşık elli yıllık gayret sürecimizde, farklı kitap ve dergilerde yer alan ayetlere verdiğimiz mealleri derleyerek önemli bir hizmete öncülük etmişlerdi.
Aynı ayetlere, değişik yerlerde ve ayrı vesilelerle verilen; kelime dizimi ve cümle biçimi olarak farklı gibi görünen meallere dikkatlice bakıldığında; aslında mana ve maksat olarak aynı mesajın sunulmaya çalışıldığı sezilecektir. Ve zaten Üstat Bediüzzaman’ın o güzel tespitleriyle: "Kur’an’ı Kerim ayetlerinin genel ve temel hakikatleri yanında; bir de her asra, her olaya, hatta her insana bakan ayrı işaret ve hikmetleri bulunduğu da" bir gerçektir. Bu nedenle farklı hadiseler ve hedefler karşısında ve farklı ortam ve ihtiyaçlar durumunda, genel anlamı ve ahkâmı aynı kalmak şartıyla, aynı ayetlerin değişik biçimlerde izah edilmesi ve farklı hikmetlerine dikkat çekilmesi doğal ve normaldir. Çünkü Kur’an ayetleri Allah’ın bir mucizesi ve merhameti olarak, her olay hakkında sanki o an yeniden nüzul etmektedir. İşte bu nedenledir ki, Kur’an’ı Kerim hep ter ü tazedir, asla eskimeyen yenidir; bütün zaman dilimleri, teknoloji gelişmeleri ve medeniyet merhaleleri hep Onun gerisinde ve gölgesindedir.
Hz. Peygamber Efendimiz gönderilinceye ve Kur’an’ı Kerim indirilinceye kadar, temel kaynağı ve maksadı aynı olan şeriatların değişme süreci ve bunun için yeni bir peygamber gönderme gereği görülmekte, ama İslamiyet’le artık içtihatların değişme dönemine girilmektedir. Böylece insanlık ailesi artık kemale ermiş kabul edilerek, Kur’an’ın temel prensiplerinden ve Resulüllah’ın sahih sünnetinden yararlanarak, içtihat yöntemiyle, yeni ve yeterli sistemler oluşturma evresine geçilmiştir.
Başka bir ifadeyle, insanlığa yeni bir Peygamber ve yeni bir Kitap gönderme ihtiyacı, İslamiyet’in getirdiği İçtihat Müessesiyle karşılanıp giderilmekte; Mücedditler, Müçtehitler ve Mürşidi Kâmiller öncülüğünde İslam kaynaklı yeni medeniyet projeleri üretilmektedir. Bunun için de, ayet ve hadislerin, çağımızın ekonomik, sosyal, siyasal ve ahlaki sorunlarının çözümüne yönelik delil ve işaretlerinin araştırılıp bilinmesi gerekir. Bu noktada Arapça bilmek kadar Allahça bilmek de önemlidir. Yani ayet ve hadislerdeki, Allah’ın ve Resulüllah’ın asıl maksadını, marziyatını (razı oldukları sonuçları) sezmeden, yaratılış amacını ve imtihan sırrını bilmeden ve insanlığın sorunlarına ve sorumluluklarına dair yeni çareler ve çözümler üretmeden; Kur’an’ı Kerim’i ve mealini-tefsirini sadece vaaz ve nasihat etme gayesiyle okumak asla yeterli değildir. Bir ara 40 gün kadar süren planlı bir seminer ve sohbetle Adil Düzen projelerini, Ezher talebelerinden ve öğretim üyelerinden müteşekkil, seçkin bir ekibe aktardığımız Kahire’de, bu orijinal bilgileri Arapçaya çevirip kendi Hocalarına nakleden kardeşlerimize yöneltilen: "Bu çok yüksek ve örnek prensip ve projeleri nasıl ve hangi metotla üretiyorsunuz?" sorusuna, "Elbette Arapçayı, temel İslami kaynakları ve ilmi kuralları bilmek yanında, bir de asıl "Allahça"yı, yani Cenabı Hakkın Kur’an ayetlerindeki amacını, mesajını ve çağımızın sorunlarına dair hangi çözüm yollarını barındırdıklarını araştırıp öğrenerek" yanıtı onlar tarafından da beğenilmişti. İşte bu konuda, bize "Allahça"yı öğreten, günümüzün sorunlarını Kur’ani metotlarla aşma yöntemini benimseten Aziz Erbakan Hocamızı da rahmet ve minnetle anmamız gerekirdi.
"Biz hiçbir Resul-Elçiyi, kendi kavminin dilinden başka (onlara yabancı bir lisan ile) göndermedik ki; onlara (ilahi gerçekleri, dünyevi ve uhrevi mes’uliyetlerini ve her türlü sorunlarını çözme yöntem ve prensiplerini) açıkça beyan edip (bildirsin)"[1] ayeti farklı kavimlere mensup mü’minlerin ve ayrıca merak edenlerin, kendi dilleriyle okuyup anlayacakları Kur’an meallerine ihtiyaç göstereceklerini belirtmektedir ve meal yazmanın meşruiyetine bu ayet delil gösterilmiştir. Sorunlarımızı ve sorumluluklarımızı tespit, teşhis ve tedavi niyetiyle ve tebliğ gayretiyle, hazırlayıp hatırlattığımız ayet ve hadis meallerindeki doğrular ve hakikat mesajları elbette Cenabı Rabbimize; ama yanılmalar ve yorumlardaki hatalar ise kendi nefsimize aittir. "İyi niyetle ve İslami hassasiyet ve prensipler çerçevesinde ortaya konulan kanaatlerde (ilmi içtihatlarda); isabet edilirse iki sevap, hataya düşülürse yine bir sevap alınacağını belirten ve ümmetini böylece cesaretlendirip teşvik eden Hz. Peygamber (SAV) efendimizin bu müjdeleri ve manevi garantileri, ümit ve temenni ederiz ki, inşallah bizim için de geçerlidir." Yüce Rabbimiz şahittir ki, kendi rızasını kazanmak ve hak nizamını hâkim kılmak üzere, Kur’an’dan anladıklarımızı, sadık dostlarımızla ve başka insanlarla paylaşıverip, onların huzur ve hidayetine hizmet dışında bir gayemiz ve gayretimiz mevcut değildir. Bu konuda hatalarımızı, noksanlarımızı ve yanlışlarımızı bize bildirenler ise her türlü saygıyı ve şükranı hak etmişlerdir ve hayırla yâd edileceklerdir. Aksine bilgiçlik taslamaktan ayet ve hadisleri keyfince yorumlayıp çarpıtmaktan Allah’a sığınmamız ve haddimizi aşmamamız gerekmektedir ve bu aciz kardeşiniz de bunun bilincindedir; "Bildiklerinin âlimi ve amili, bilmediklerinin ise talibi (öğrenme gayretlisi) olmak" asıl prensibimizdir.
Şunu da önemle ve özellikle hatırlatalım ki; gerekli ve yeterli bir ilmi ehliyete sahip olmadan sadece Kur’an ve hadis meali ile içtihat yapmaya ve hüküm çıkarmaya kalkışmak kesinlikle doğru değildir ve haddini bilmemektir. Nasıl ki genel sağlık bilgileri edinmek ve hastalıklara-kazalara karşı ilk yardım bilgileri öğrenmek güzeldir ve gereklidir, ama ciddi ve uzun süreli eğitimini almadan ve pratiğini yapmadan birkaç tıp kitabı okuyarak muayenehane açmak ve ameliyat yapmaya kalkışmak o denli tehlikeli ise, birkaç dini kitap ve meal okuyarak müftü ve müçtehit de kesilmek o derece tahripçidir.
Üstat Süleyman Karagülle’nin şu tespitleri oldukça önemlidir:
Allah’ı bırakıp başka şeylerden-kişilerden fayda umanlar veya zararından korkanlar onlara ibadet ediyorlar konumundadır. "Ve onlar Allah’ı bırakıp kendilerine ne zararı ne da faydası olanlara ibadet ediyorlar…"[2] ayeti bu durumda olanları uyarmaktadır.
Evet, Avrupalıların zararından korunmak için onlara teslim olmak veya Avrupa Birliği’nden yararlanmak için AB’nin her dediğini yapmak; Avrupalılara ibadete koyulmak ve Batıla tapınmaktır. Onların talimatıyla Avrupa Birliği’nden gelen kanunları okumadan Meclis’ten geçirmek, Avrupalılara ibadet ve kulluk anlamındadır. Oysa Kur’an’a göre onların bize ne menfaatleri/faydaları vardır, ne de zararları vardır; Çünkü birisini mutlak zarar verebilen kabul etmek veya mutlak yararlı kabul etmek demek, ona tapınmaktır. İnsanların kendi liderlerini partilerini-cemaat ve tarikatlarını hatasız görüp mutlak yararlı olduklarına inanmak, ona tapmadır. Karşı tarafı da mutlak zararlı görüp ona saldırmak, o da ona tapmadır. Bu ayet çok açık olarak ifade ediyor ki; Avrupalılar veya Amerikalılar (veya başkaları) bize ne yarar, ne de zarar sağlayamazlar; yarar veya zarar Allah’tandır ve kendi yaptıklarımızdan kaynaklanır. İktidarda olanları güçlü kabul edip "bize yarar sağlayacaklar veya bize zarar dokunduracaklar" diye onlara mutlak olarak teslim olup yanlış yaptıklarına doğru demek, onları putlaştırmadır. Hangi parti ve iktidar İslam’a ve insanlığa uygun iyi işler yaparsa ona destek çıkarız, çünkü iyi iş bize ve herkese fayda sağlayacaktır, yani iyi işi -kim yaparsa yapsın- yararlıdır. Bizim için mutlak iyi veya mutlak kötü kişi yoktur, onların iyi veya kötü işleri vardır. Kendimizi (veya kavmimizi, tarikatlarımızı ve cemaatimizi) başkalarından daha üstün görmek boş gurur ve aldanmadır. Ama kendimizi onlardan daha düşük kabul etmek de bir aşağılık kompleks saplantısıdır ve Allah’ın bahsettiği kabiliyet ve zekaveti körletip kullanmamaktır. Yüce olan İslam’dır, takvadır ve güzel ahlaktır.
Ayette "Men Lâ Yedurruhum" yerine, "Mâ Lâ Yedurruhum" denmesi anlamlıdır. Çünkü bunlar sadece diri olan diktatörlere tapmıyorlar, aynı zamanda ölü olan kişilerin batıl sistemlerine ve heykellerine tapıyorlar. Bugünün ikinci büyük şirki ise "karşılıksız basılan para"dır. Herkes onun peşinde koşuyor ama o aslında "faizin" yani "sömürü düzeninin" bir aracıdır. Gerçekte ise sıkıntının kaynağı zalim nizamların ve çağdaş putların arkasında koşan insanların batıl çabalarıdır. Bunun içindir ki ayetteki ifade çoğul olarak anlatılmıştır.
Sağcı liberalist iktidarlar ve özellikle istismarcı İslamcılar ve dindar görünümlü Din Tahribatçıları döneminde Allah katında tek Hak din olan İslam’ı özünden uzaklaştırıp tahrif edilmiş Hıristiyanlık ve Yahudilikle aynı potada eritme çabaları hız kazanmıştı. İşte bunlara karşı, ayet ve hadis mealleriyle gerçekleri haykırmak lazımdı ve bu üzerimize bir farzdı.
Şu tespitler ve Meal hakkındaki açıklayıcı bilgiler dikkate değerdir:
Sözlük anlamı okumak olan Kur’an, Allah tarafından bütün insanlara iletilmek, duyurulup tebliğ edilmek üzere vahy meleği Cebrail (a.s) kanalıyla Hz. Muhammed’e (SAV) vahy yoluyla indirilmiş son ilahi Kitaptır. Nüzulu 23 senede tamamlanan Kur’an-ı Kerim 114 sûreden ibarettir. Bu surelerden 93’ü Mekke’de ve 21’i Medine’de indirilmiş olup, tamamı ilk indirildiği günden bugüne kadar hiç bir değişikliğe uğramadan tevatüren bize gelmiştir. Kur’an, şüphesiz kelimenin en geniş anlamıyla ilahi mesajı bütün insanları muhatap alan bir "Hidayet" rehberidir. Allah’tan bir öğüt ve hatırlatma "Mev’ıza ve Zikr"dir. Doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan ayıran "Furkan" rehberidir. Yol gösterici ve aydınlatıcı bir "Nur, Rahmet ve bir Şifa" vesilesidir. Tirmizi’nin Süneninde yer alan bir Hadis’te buyrulduğu gibi: "İçinde Kur’an’dan bir şey bulunmayan kimse harap olmuş bir ev gibidir." Hangi din, dil, ırk, renk, tarih ve medeniyete sahip olursa olsun, Kur’an-ı Kerim, bütün insanları Allah’ın tevhid dinine, yani İslam düzenine davet etmektedir. Böyle olunca bütün insanların bu çağrıyı öğrenmek ve anlamak için çaba harcamaları gerekir. Bunun da yolu Kur’an’ı okumak, hükümlerini öğrenmek, ayetleri üzerinde düşünmek ve hayata geçirmektir. Bütün insanlar Kur’an’ın indirildiği dili, yani Arapçayı öğrenme imkânlarına sahip olamayacaklarına göre, bilen ve öğrenenlerin Kur’an’ı kendi dillerine aktarmaları bir zarurettir. İşte farklı dillerde Meal yapma ihtiyacı bu sebepledir. Muhammed Hamidullah’ın verdiği bilgilere göre, daha İslam’ın ilk yıllarında bile, Kur’an’ın bazı bölümleri tercüme edilmiştir. Çünkü İranlılar, Selman-ı Farisi’den "Fatiha" suresini Farsça olarak yazmasını istemişler, o da yazıp göndermiş, hatta Serahsi’nin verdiği bilgilere bakılırsa, bunu Hz. Peygamber’e (S.A.V) sunmuş, Efendimiz de engel olmamak suretiyle tasvip ettiğini göstermiştir. Esasında Hz. Peygamber yabancı devlet adamlarını İslam’a davet etmek için kendilerine ulaştırılmak üzere elçilere verdiği mektuplarda ayet yazdırmış ve bu ayetler tercümanlar kanalıyla o ülke devlet başkanlarının dillerine çevrilmiştir.
Yine şunu da hatırlatmakta yarar var ki, her Peygambere kendi kavminin diliyle vahy gelmiştir. Söz gelimi Tevrat’ı Kitap Ehli’nin İbranice olarak okudukları bilinmektedir. Ancak Allah, Kur’an’da yer yer Tevrat’ın hükümlerinden Arapça bir dille söz etmektedir. İmam Buhâri haklı olarak Tevrat’ın tercüme edilmesine kıyasla, "Kur’an da Arapça ve başka dillere tercüme edilebilir" demektedir. Kur’an’ı Kerim için gerçekten bu daha gereklidir. Çünkü insanlık tarihinde artık vahy kesilmiştir ve bu son ilahi mesajın manasının her dilde okunup anlaşılması bir zarurettir. Ebu Hanife ve belli başlı Hanefi fukahası, Kur’an-ı Kerim’in bir başka dile tercüme edilmesinden yana olduklarını açıkça savuna gelmişlerdir. "Muvafakat" adlı değerli eserinde İmam Şatibi, Kur’an’ın tefsirini ve ince hikmetlerini anlamaya gücü olmayanlara kendi dilleriyle daha da açıklanmasının ümmetin icmaıyla caiz diye fetva verildiğini, bunun Kur’an’ın tercümesinin cevazına delil gösterilebileceğini söylemektedir. Zemahşeri, "Keşşaf" adlı ünlü eserinde, İbrahim suresinin 4. ayetini tefsir ederken Hz. Peygamberin bütün insanlara gönderilmiş bir peygamber olduğundan, insanlara tercüme yoluyla da tebliğ yapılabileceğini belirtmektedir. "Ruhu’l Meani"nin sahibi Alusi, "Ruhu’l-Beyan"ın sahibi Bursalı İsmail Hakkı ve Şeyhü’l-İslam Ebu’s-Suud Efendi de aynı görüşü dile getirmektedir. "El-Mustasfa" adlı değerli kitabında İmam Gazali’nin tercümenin caiz olduğunu söylediğini de hatırlatıp, bu konuda İbni Teymiye’nin şu sözünü aktarmakla yetinelim: "Arapça bilmeyenler ve Allah’ın kelamını anlamaya ihtiyaç duyanlar için Kur’an’ın ve Hadislerin tercümesi elbette gereklidir."
Bütün bunlar, bu konuda yersiz tereddütlere gerek olmadığını göstermektedir. Çünkü dünyada Aktardığımız bilgiler, bu konuda gereksiz tereddütlere yol olmadığını göstermektedir. Çünkü dünyada yaşayan birçok kavmin ve topluluğun Arapçayı öğrenmelerine pratikte imkân olmadığı gibi buna gerek de yoktur. Ancak Kur’an’ın ve Hadis kaynaklarının doğru yoldan öğrenilip okunması için, her topluluktan bazı insanların ilim tahsili elbette Farz-ı Kifayedir ve imkân nispetinde ileri derecede Arapçayı öğrenmek gerekir. Esasında yapılan hiç bir tercüme veya Meal, asla Kur’an’ın yerine geçemeyecektir ve bunu beklemek de cahilliktir. Gerçek bu olmakla birlikte, mealen dahi olsa Kur’an, mümkün mertebe bütün dünya dillerine çevrilmelidir. Hatta Muhammed b. Hasan el Hacevi, haklı olarak daha ileri gider ve bu konuda şöyle der: "Tercümeyi tefsir gibi kabul edip onu Kur’an’ın aynısı görmemek şartıyla, Araplardan başkasının anlayıp istifade edeceği şekilde tercüme etmek bir ihtiyacın gereğidir. Buna göre biz, tercümeyi bazı manaların tefsiri ve izah edilmesi sayıyoruz, aynısı değildir. Bunun ise caiz olduğundan hiç kimse şüphe etmemelidir."
Bugün Meal hazırlama çalışmaları hemen hemen dünyanın bütün dillerinde yapılagelmektedir. Kur’an, çeşitli dünya dillerine tercüme edildikçe Müslümanlaşma hareketleri de artmakta, sayısız ilim adamı, aydın ve geniş kitleler arasında İslamiyet rağbet görmektedir. Muhammed Hamidullah’ın verdiği bilgiye göre, Avrupa’da ilk Meal çalışmaları 1141’de başlamış ve Kur’an bu tarihlerde Latinceye çevrilmiştir. İtalyanca’ya 1513, Almanca’ya 1616, Fransızca’ya 1647 ve İngilizce’ye de 1648’de tercüme edilmiştir. Bugün için, yaklaşık olarak Almanca’da 47, İngilizce’de 51, Fransızca’da 31, Latince’de 36, Urduca’da 100’e yakın ve Farsça’da 100’ün üstünde Meal bilinmektedir. Türkçe’de 65 civarında Meal olduğu söylenebilir. Bu nispet zamanla artış göstermektedir.
Yukarıda konu ile ilgili görüşlerini aktardığımız İslam bilginleri, Kur’an-ı Kerim’in Arapça’dan bir başka dile aktarılması işine ancak "genel anlamda tercüme" denilebileceği görüşündedirler. Gerçek anlamda tercüme, bir sözün, bir başka dile kendi yerini tutacak şekilde ve sözle aktarılması demektir. Tercümede izlenen yol, ne olursa olsun, kelimenin bu gerçek anlamı esas alındığında, Kur’ân’ın bir başka dile tam, eksiksiz ve Arapça dille ifade edilen vahyi metnin tam karşılığı olarak aktarılabileceğini öne sürmek mümkün değildir. Çünkü kelime veya cümle (ayet) ne kadar usta ve uzmanlaşmış bilginler tarafından ve hatta ilk görünüşte bir başka dildeki tam ve tıpa tıp karşılığı bulunarak aktarıldığı iddia edilirse edilsin, gerçekte, bu, Kur’ân’ın bir kelime veya bir ayetinin beşer eliyle bir başka dilde dondurulması, anlamının o çeviri kalıbı içinde sınırlandırılması ve diğer muhtemel ve kapsamlı anlamlardan koparılması demek olacağından, bu Kur’an için söz konusu edilemeyecektir. Kur’an sıklıkla, defalarca, huzur ve huşuyla yetkin ve bilgin kişilerce her zaman yeniden okunmayı, derinliğine araştırılıp incelemeyi gerektiren ilahi bir metindir. Bundan dolayıdır ki, söz gelimi Türkçe’de güzel bir gelenek olarak "Kur’an-ı Kerîm’in Tercümesi" denmemiş, Onun kısa "tefsiri" anlamında "Meal" denmiştir. Esasında Kur’an’ın bütün zamanlar için ilahi sürekliliğine gölge düşürmemek için bu geleneğin korunması gerekir.
Bir başka açıdan Meal; son tahlilde bu tercümeyi yapanın Kur’an’dan kendi bilgisi, yeteneği kavrayış kabiliyeti ve anlama düzeyiyle sınırlı olmak üzere bir okuma, anlama ve yorumlama biçimidir. Buna ister tefsir veya başka bir şey densin, sonuç itibariyle meali hazırlayanın bir tür kişisel yorumları mahiyetindedir. Dolasıyla daha kapsamlı bir anlayışa sahip olmak için hem orijinal Söz’e, hem başka tefsir ve okuma biçimlerine müracaat etmek mutlaka gereklidir. Bu çerçeve göz önüne alındığında aşağıda sıralayacağımız üç temel noktayı her zaman akılda tutmak önemlidir:
-
Meale bizzat Kur’an veya Allah’ın kelâmı gözüyle bakılamaz.
-
Meal ibadet dili olarak kullanılamaz.
-
Kur’an-ı Kerîm’in bir başka dildeki mealini esas alarak hukuki içtihat anlamında kesin ve nihai bir hüküm çıkarılamaz.
Bunların elbette birtakım haklı ve önemli nedenleri vardır. Öncelikle tercüme yapılacak dilde (örneğin Türkçemizde) bir ayete veya içindeki kelimeye bulunabilecek en uygun ve isabetli karşılık bütün Kur’an için geçerli saymak yanlıştır, çünkü aynı mealdeki bir ayet farklı durumlar için ayrı manalar taşımaktadır; hele bir anda muhtelif anlamlara gelebilen ve yerine göre tümünü kapsayabilen ayetler için tek ve kesin karşılık belirlemek oldukça sakıncalıdır. Kaldı ki, Kur’ân’ın genel ve ilahi anlatımı içinde çok sayıda siga, edat, zamir, tekid ve edebi sanat incelikleri; hüküm çıkarmada önemli bir kıstastır ve bütün bu incelikleri başka bir dile olduğu gibi ve ilahi anlatımın bütünlüğünü koruyacak şekilde aktarmak imkânsızdır. Bundan başka tercüme işinde:
-
Bütün bu incelikleri karşılamaya, meal yazılan dil elverişli olmayabilir.
-
Tercüme yapan kişinin gücü buna yetmeyebilir,
-
İsteyerek olmasa da hataya düşebileceği elbette muhtemeldir,
-
Bazı oryantalistlerin veya Müslüman-âlim bilinen sapık kimselerin yaptığı gibi kasıtlı davranabilir.
-
Mütercimin yaptığı tercümede kendi kültürü, dünya görüşü din ve mezhep anlayışı ve en önemlisi çağının sınırlı bilgi birikimi etki edebilir.
İslâm ilim ve düşünce tarihi gözden geçirildiğinde, temelde Kur’ani olan çok sayıda kavramın (takva, akıl, zühd, fitne, tağut, müstekbir, amel, kavim, mal, sevgi, fiil, irade, cihat vb.) her dönemde ve hatta her ilim dalına göre farklı anlamlar ve muhtevalar kazandığı tespit edilebilir. Oysa Kur’ân’ın anlatımı ve kavram yapısı bütün zamanlar üstü ve evrenseldir. Meal hazırlayacak kişinin bütün bu etkilenmelerden uzak kalabileceği ve Kur’an’ın söz diziminde var olan sürekliliği koruyabileceği asla iddia edilemeyecektir.
Ancak yukarıda anlattıklarımızdan kolayca anlaşılabileceği gibi, meal hazırlama asla yararsız veya sakıncalı bir çaba da değildir. Yerine göre mealin önemli, hatta olmazsa olmaz fonksiyonları vardır.
a) İnsan meal ile İslâm’ın genel âlem tasavvurunu varlık ve dünya görüşünü, Tevhid inancının esaslarını anlar, zihnini ve inanç hayatını Kur’an’a göre sağlıklı bir düzene koyabilir,
b) İçtihadı gerektirmeyecek açık olan hükümleri, emirleri, yasakları, geçmiş toplumların başından geçenleri, evren, insan ve olaylar hakkında gerçek bilgileri öğrenir,
c) Tebliğini ve irşat faaliyetini Kur’ân’ın genel çerçevesi içinde yapar, kendini ilâhi iradeye teslim eder, sayısız hatadan korunabilir.
d) Arapça’yı öğrenmeye ve İslâmî ilimlere ihtiyaç ve iştiyak duyup kendisini yetiştirir.
İyi bir meali okuma, uzman bilgi seviyesinde hüküm çıkarmaya ve içtihat yapmaya elbette yetmez; ama İslâm’ı din olarak seçmeye, daha derin ve kapsayıcı bir zihin yapısına erişmeye, Tevhidi anlamaya ve bir beşer olarak Allah karşısında sorumluluk yüklenmeye rahatlıkla yeterlidir. Böyle bir kişi çok yönlü entelektüel bir birikime sahip olarak yeni düşünce ufukları geliştirir ve Müslümanların tarihsel yürüyüşlerine kendisi de ilavelerde bulunarak hizmet sunabilir. Ve zaten Cenabı Allah, Kitabını açık (mübîn) ve insanlara bir hidayet rehberi olarak göndermiştir."[3]
"Kur’an’ı Doğru Anlamanın Altyapısı ve Usulü" konusunda aşağıdaki tahlil ve tavsiyeler de oldukça önemlidir:
Kur’an-ı Kerim yüce Rabbimizden insanlık âlemine, gökten (yani melekût ikliminden) yeryüzüne indirilmiş bulunan; okunması ibadet, anlaşılması ve emirlerinin uygulanması farziyet kapsamında olan, son ilahi mesaj ve kutsal kitap demektir. Kur’an-ı Kerim’den önce inen kutsal kitapların bir kısmı ilga edilmiş, bir kısmı da Kur’an’ın bölümleri halinde yeniden te’yiden insanlığa vahy ile bildirilmiştir. Mükemmel olan, tam olan, eksiksiz olan Kur’an’ı Kerim’dir. Kur’an’dan önceki kutsal kitapların asılları, Kur’an’ın bir kısım hükümlerini ihtiva ederken ve sınırlı bir dönemde ve sınırlı bir bölgede, muayyen toplumların ihtiyaçlarını giderirken; ilahi kader insanlığı Hz. Muhammed’in (SAV) görevlendirileceği ve Kur’an’ın indirileceği evrensel bir döneme hazırlamış gibidir. Kur’an’dan önceki kitaplarda helal alanlar kısıtlı, hükümler ağır iken Kur’an ile bu hükümler hafifletilmiş, helâl alanlar genişletilmiş, toplum düzenini sağlayan hükümler esnekleştirilmiş ve evrenselleştirilmiştir. Genel hükümler belirlenmiş, özel ayrıntılı hükümlerin konulduğu alanlar gösterilmiştir. Allah Teala sayısız peygamber ve farklı şeriatlarla insanlığın, belli alanların dışında genel esaslara göre kendi çağının, şartlarının ve ihtiyaçlarının kurallarını geliştirecek ve kendi kendilerini yönetecek olgunluğunu sağladığı için, Hz. Muhammed (SAV) ve ona indirilen Kur’an ile vahyi ve peygamberliği sona erdirmiştir.
İnanan insan; kendisini geliştirmek, Allah katındaki derecesini ve değerini yüceltmek, ilahi rahmete ve inayete mazhariyet kesbetmek için Hz. Muhammed’i (SAV), sünnetini ve Kur’an’ı Kerim’i anlamak mecburiyetindedir. Kur’an’ı Kerim, yakın derecesinde kâmil imana sahip samimiyetli ve ehliyetli kimselere manalarını açan bir kitaptır. Hıristiyan-Haçlı yaklaşımıyla İsra suresinin sonuna kadar Kur’an’ı İngilizceye tercüme eden M. Marmaduke Picktall, Müslüman olunca, "Kur’an müsteşrik kafasıyla anlaşılmaz" diyerek yaptığı çalışmayı yırtıp atmış, Müslüman aklı ve inancıyla Kur’an’ı yeniden tercüme etmiştir.
Kur’an üzerinde çalışan bir zatta birinci derecede aranacak olan; hem kaynak metnin (Kur’an’ı Kerim’in) dilini, (Arapçayı), hem de hedef metnin (Türkçe) dilini iyi bilmesidir. Kur’an üzerinde çalışan ciddi bir matematik ve mantık bilgisine ve bu bilgilerle donatılmış bir beyne ve kalbe sahip olarak, tarihî, sosyolojik ve felsefî tahliller yapabilmeli, tabii ilimleri zorlanmadan anlayabilmelidir. Kur’an’ın doğru anlaşılmasında en önemli alt yapılardan birisi de kesinlikle sünnettir. Sünnet iyi bilinmeden Kur’an’ı doğru anlamak mümkün değildir. Nüzul sebepleri, fakih sahabilerin görüşleri de sünnet bilgisi kadar önemlidir.
Bugünkü teknik veriler, ilim adamının önüne sayısız imkânlar sermekle birlikte, Kur’an üzerinde çalışan için henüz; mana ve maksada vakıf bir hafızlığın yerini tutacak bir imkân geliştirilmemiştir. Yürürken, araba kullanırken, otobüste giderken, yatakta yatarken, gözleri yumup dinlenirken bir ayet üzerinde düşünürken kendiliğinden oluşan çağrışımlar konusunda yeterli derecede hafızlığın sağladığı imkânları sunacak bir teknik henüz icat edilmemiştir. Kur’an üzerinde çalışan, Kur’an-ı Kerim’in nâzil olduğu dönemin veya o dönemin birikimlerinin yazıya geçirildiği dönemin diline, kültürüne ve tarihine vâkıf olmalı, hatta cahiliye döneminin dili, kültürü, edebiyatı hakkında genel bilgileri bulunmalı; yetmez günümüzün sorunlarını, ihtiyaçlarını ve çağdaş cahiliyenin hayata bakış açısını da çok iyi bilmelidir. Kur’an üzerinde çalışma yapılırken altyapı teşkiline esas olmak üzere en az 10 (on) kadar özgün tefsirin başından sonuna okunması gereklidir. Birkaç Türkçe tefsirin yanında özellikle Arapça yazılanları da tercih etmelidir. Kur’an üzerinde çalışma yapan, hadis lügatlarına sıkça müracaat etmeli, en az üç ayrı hadis şerhini gözden geçirmelidir. Tefsirler ve hadis şerhlerindeki harcıâlem bilgilerin dışındaki dil ve kültür temeline dayalı orijinal bilgiler büyük bir Kur’an’ı Kerim üzerine işlenmelidir. Ayrıca en az iki ayrı ansiklopedik lügatta Kur’an kelimeleri taranmalı, genel kültür bilgilerinin dışındaki lügat bilgileri de büyük boy Kur’an sahifelerine not edilmelidir. Sadece Kur’an’a has lügatlar başucu kitabı olarak değerlendirilmeli, bunlar da tefsirler ve diğer lügatlarla kontrol edilerek yeni ve yeterli manalar verilmelidir.[4]
Çağdaş denilen eğitim sistemiyle insanlık uçuruma sürüklenmektedir. Türkiye ise bu gidişatta başı çekmektedir.
Eğitimin iki gayesi vardır: Biri; insanları doğru bilgilere kavuşturma. İkincisi ise; günlük işlerini yaparken kendisine ve topluluğa yararlı işler yapma, zamanı verimli bir şekilde değerlendirme imkânı sağlamadır.
Bugün, eğitimde maalesef doğru bilgilendirme yapılamamaktadır.
Çünkü ders kitaplarındaki bilgilerin çoğu eski yanlış varsayımlara dayanan felsefeler üzerinde kurgulanmıştır. Bugün o varsayımların yanlışlığı müspet ilimle ortaya çıkarılmıştır. Oysa mevcut ders kitapları hâlâ Darwinizm gibi o varsayımlar üzerinden okutulmaktadır, yeni ve ilmi bir milli felsefe oluşturulamamıştır. Bunun bir numaralı sorumlusu sömürü sermayesine dayalı Siyonist odaklardır. Yanlış varsayımlar üzerinde oturarak dünyayı sömürmekte olan sermaye bu durumunu sürdürmek amacındadır. Çelişkili ilimler okut(tur)ulmaktadır. Ayrıca zulüm hâkimiyetini sürdürmek için de halka doğru ve yararlı ilimleri değil, hayali varsayımları ezberletip beyinleri uyuşturmaktadır.
Mevcut Batı felsefesinin ve onun taklitçi ve takipçilerinin; dünyayı uçuruma götürmekte olan yanlışlığı ilmen sabit olduğu halde, hâlâ bu marazlı mantık içinde bilimsel metot ve materyallerle düzeltilmeyen ilmi konulardan dört tanesini sizlerle paylaşalım:
1- Bugünkü Batı’nın dayandığı felsefeye göre; "kâinatın başlangıcı ve sonu yoktur, kendiliğinden oluşmuştur" varsayımıdır.
Bu varsayım bugün bütünüyle çürütülmüş bulunmaktadır. Çünkü kâinatın başlangıcı vardır. Kâinat bundan 13,7 milyar yıl önce yaratılmıştır. Bunu kâinatın ışık hızına yakın hızla büyümekte olmasından biliyoruz. Gelen ışıklarla yaratılıştan bugüne kadar geçen olayları tespit edebiliyoruz. Ayrıca kâinatın bir sonu vardır. Çünkü entropi büyümekte, faydalı enerji tükenmektedir. Bu enerjinin tükenmesi sonucu kâinat küçülmeye başlayacak ve günü geldiğinde kâinatta hayat olmayacaktır. O halde yeni dersler kâinatın başlangıcı ve sonu olduğunun bilinmesine dayanmalıdır. İşte Kur’an’ı Kerim de bu gerçeği haykırmaktadır.
2- Eski bozuk felsefede; zaman ve mekân değişmez, azalmaz ve çoğalmaz, hızlanmaz ve yavaşlamaz, aksine madde ve enerji değişir, sanılmaktadır.
Oysa bugün müspet ilimlerle sabit olmuştur ki kâinat 13,7 milyar yıl önce yaratılmıştır. O zaman ne kadar parçacık var idiyse bugün de o kadar parçacık vardır ve o gün ne kadar enerji var idiyse bugün de o kadar enerji vardır. Madde ve enerji sakımı kanunları vardır. Buna karşılık mekân büyümekte, zaman uzayıp kısalmaktadır. Demek ki insanlığın bu varsayım üzerinde kuracağı felsefeye göre ilimlerini düzeltmesi lazımdır. Yani Kur’an’a dönüş kaçınılmazdır.
3- Eski Batıl felsefede kâinatın birbirinden ayrı uyumsuz kanunları vardır. Bu kanunların çatışması sonucu yeryüzünde denge oluşmaktadır. Dolayısıyla değişik istikamette çeken kuvvetler birbirini dengede tutmaktadır.
Oysa bugünkü ilimler ispat etmiştir ki kâinat büyük bir düzen ve denge içinde tek oluşum halindedir. Kendi içinde yarış vardır, ayıklama vardır ama asla düzensizlik ve başıbozukluk yoktur. Kâinatta abes bir şey yoktur. Kâinatta yanlış bir şey yoktur. Yeni ilimleri buna göre ele almamız, bu istikamette okumamız ve okutmamız şarttır. Kur’an’ı okuyup anlamadan da bu imkânsızdır.
4- Eskiden makrodaki dengenin mikroda da sağlandığı zannedilmişti. Newton kanunlarının her yerde geçerli olduğu sanılmıştı.
Bugün kesin olarak bilmekteyiz ki, makrodaki kanunlar mikroda geçerli değildir. Moleküller çok iken gaz kanunu geçerlidir. Ama moleküller azaldığı zaman artık gaz kanunu geçerli değildir. Hacim - basınç sabit değildir. Her tarafta basınç eşit ve değişmez değildir. Bundan dolayıdır ki eski ilimlerde sosyal olaylar ayrı, tabii oluşumlar ayrı hesaba katılmıştı. Oysa fark sosyal veya tabii olaylarda değil, makro ve mikro olaylarda böyledir. İhtimaliyat hesapları ile bunlar çok kolay anlaşılmaktadır. Yani yeni ilimler sosyal ve fen ilimleri olarak değil de, belki makro ve mikro ilimler olarak ayrılmalıdır. Eğitimin içeriğinde büyük bir inkılâbın gerçekleşmesi gerektiği gibi, eğitim sisteminde de değişiklik kaçınılmazdır.[5] Bu gerçeği bilen ve geleceği gören Atatürk’ün Kur’an’ı Kerim’in Türkçe meal ve tefsirini yaptırması tarihi bir adımdır, ancak Atatürk’ten sonra uydurulan "masonik Kemalizm" anlayışıyla bu ilmi ve çok gerekli yaklaşım rafa kaldırılmıştır. İşte bu nedenle, Yüce Allah’ın kelamı, hayat ve huzur kitabımız olan Kur’an’ı Azimüşşanı; Türkçe konuşan insanlarımızın rahatlıkla anlayacakları şekilde, aslına en uygun ve yakın ifadelerle meallendirip, İlahî mana ve mesajın halkımıza aktarılması çok önemli bir ihtiyaçtır. Bütün çabamız, bu kutsi gayeye hizmet amaçlıdır ve umarız rahmetle anılmamıza ve Rabbimizin rızasına ulaşmamıza vesile olacaktır.
ÖNSÖZ
Bismillahirrahmanirrahim
Milli Çözüm Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Osman Eraydın ve İzmit’teki diğer değerli Ağabeylerimiz; başta Necmettin Musa olmak üzere değerli Konya Milli Çözüm Ekibimizin; Ahmet Akgül Hocamızın bütün kitap ve yazılarından, Kur’an-ı Kerim ayetlerine getirdiği kendi orijinal meallerini derleme çalışması sonucu, yaklaşık beş bin (5000) kadar ayeti kerimenin Türkçe mana ve mesajının verildiğinin farkına varmış ve kalan kısmının tamamlanması için de Hocamıza teklif sunmuşlardı. Ve zaten hem kendi arkadaşlarımız hem de kıymetli okurlarımız bu yöndeki taleplerini bize sıkça aktarmışlardı. Böylesine hayırlı bir beklentiyi karşılamak ve Kur’an-ı Kerim’den anladığımızı insanlarımızla paylaşıp bu manevi şeref ve sevaba ortak olmak arzusuna, Muhterem Babam da olumlu bakmış ve hazırlıklara çoktan başlamıştı. Ve nihayet Yüce Rabbimiz, bu meali Kerimi tamamlamaya Lütfu inayetiyle bizi muvaffak kılmıştı. Bu yüksek mesuliyetli ve çok uzun süreli ilmi gayretlerin meyvesi olan mealleri tetkik etme ve kitap haline getirme konusunda El-Ezher Üniversitesi, Usuluddin Fakültesi Tefsir bölümü mezunu olmamız, muhterem Babamın (Ahmet Akgül Hocamızın) talim ve terbiyesinde yetişmiş bulunmamız ve sık sık her fırsatta O’na danışma imkânına kavuşturulmamız da bize önemli bir kolaylık sağlamıştı.
Babam, ayetlere Arapçada "Geçmiş, şimdiki ve gelecek" anı kapsayan "Geniş Zaman" kipi olarak kullanılan fiilleri (ve ilgili haber ve hükümleri) şu asırdaki Müslümanları ve tüm insanları muhatap alıyor gibi manalandırmış ve mealine öyle yansıtmıştır. Çünkü kendileri "Kur’an-ı bizzat bize iniyor, bizi uyarıyor, bize emrediyor, bize yön gösteriyor gibi okumadan, O’nu doğru anlamak ve uygulamak imkânsızdır" kanaatini sık sık vurgulamıştır. Babamın Mısır ziyaretinde bazı ayetlere ilmi ve ilginç yorumlar getirmesi, ekonomik, siyasi, sosyal ve ahlaki sorunlarımıza Kur’ani çözümler üretmesi Ezher Ulemasında hayret ve hayranlık uyandırmış ve bunun hikmetini sorduklarında, onlara:
"Arapçayı iyi bilmek yanında "Allahça"yı da iyi bilmek, yani ayeti kerimelerdeki Allah’ın muradını ve maksadını çok iyi ve dikkatli olarak sezme gayreti göstermek, Kur’an’ı daha iyi anlama fıkhımızı (kavrama ayarımızı) ve ilahi mesajına uygun manalar çıkarma feraset ve furkanımızı artıracaktır" izahını haklılık ve saygınlıkla karşılamışlardır.
Şu hadisi şerifi Hocamız rehber tutmuşlardır "Tilavetle (okunup tekrarlanan) Kur’an değildir. (Başkalarından duyduğunu ve kitaplardan okuduğunu ezberleyip nakletmek) şeklindeki rivayetçilik de ilim değildir. Ancak Kur’an hidayet iledir. (İnsanların ekonomik, siyasi, ahlaki ve ilmi sorunlarına gerekli ve gerçekçi çözüm ve çareler üretip, onlara yol gösterme kaynağı yapılırsa Kur’an amacına erişir). İlim de dirayet iledir. (Sarih ayetlere ve sahih hadislere dayanarak ve icma-ı ümmeti hesaba katarak ulaşılan yeni ve yeterli kanaatleri ve içtihadi neticeleri) Cesaret ve metanetle savunabilme ve bunları uygulayacak ortam ve otoriteyi (Adil devlet ve hükümeti) kurabilme gayret ve iradesi ile ilim meyvesini verir.) (Ramuz-ül Ehadis. 4474 Nolu Hadis. Deylemi’den tahriç edilmiştir.)
Muhterem Babamın ve üstadımın verdiği manalar ve yorumlarla şekillenen bu Kur’an-ı Kerim meali, tam elli yıllık yani yarım asırlık ciddi ve mesuliyetli bir gayretin, inayeti ilahi neticesindeki meyveleridir. Kendi özel kütüphanesindeki 7-8 bin ciltlik kaynak eserler yanında, tefsirle ilgili internet sitelerinde, ayrıca Mısır, Libya ve Hicaz ziyaretlerinde tanıştığı âlimlerin sohbetlerinde sorup-müzakerede bulunup edindiği bilgiler ve özellikle "Ey iman edenler, eğer siz Allah’tan hakkıyla korkacak (her türlü küfür ve kötülükten sakınacak ve O’nun rızasını arayıp ahirete hazırlanacak) olursanız O (Allah CC) size (Hakkı batıldan, helali Haramdan, dostu düşmandan, mü’mini münafıktan, doğruyu yanlıştan fark edip ayıracak) bir furkan (feraset ve basiret) verir" (Enfal: 29) ayetiyle müjdelenen manevi bilinç ve bereketle bu meal hazırlanıvermiştir. Asla unutmayınız ki hiçbir meal, asla ve hâşâ, Kur’an-ı Kerim değildir. Ancak her toplumun kendi ana diliyle, Kur’ani mesaj ve müjdeleri anlamasına, Dinimizin temel kaynağı ile akli ve kalbi irtibat kurup İslam’ın hikmet ve hedeflerini kavramasına yardımcı olmak niyeti gözetilmiştir. Namaz dışındaki bütün ibadet ve dualarımızı kendi dilimizle ve samimi bir gönülle yapmak elbette caizdir ve güzeldir. Namazda ise bir Fatiha-i Şerifi ve birkaç namaz suresini Arapça orijinaliyle ve kısa mealiyle birlikte ezberleyip öğrenmek ise herkes için kesinlikle gereklidir ve zaten bu kolaylıkla mümkün ve münasiptir. Unutulmasın ki iman ve imtihan bir ciddiyet ve gayret meselesidir.
İslam’la yeni tanıştığı veya ibadete ilk başladığı süreçte ise "Allah, Allah… Sübhanallah, Elhamdülillah, Estağfirullah" gibi, değil yetişkinlerin hatta bebeklerin bile hemen ezberleyip tekrar edebileceği Kur’ani sözcüklerle namaz kılınması zaten geçici olarak caiz görülmektedir. Namazda Kur’an’ın orijinal ayetleri yerine meal okumayı caiz gösterenler ise "Peki hangi meali okuyacağız?" sorusuna yanıt verememektedir. Çünkü yüzlerce farklı meal arasındaki ifade çeşitliliği hatta çelişkileri namaz kılan cemaati ve mü’min kesimleri birbirine düşürmeye yetecek bir fitne vesilesidir.
Ahmet Hocamız mealinde, yeri geldikçe net ve sert ifadelerden sakınmamıştır, ki bu aynı zamanda Kur’an’ın bir yöntemi olmaktadır. Müşrikleri ve münafık kesimleri "Rics-necis" şeklinde nitelemesi, ilmiyle amil olmayanları "Kitap yüklü eşek"e benzetmesi, makam ve menfaat karşılığı zalimlerin fetvacısı kesilen Bel’am tipli âlimleri "Sürekli dilini uzatıp soluyan köpek" şeklinde vasfetmesi, Yahudi ve Hıristiyanların Siyonist ve emperyalist kesimlerini sıkça lanetlemesi, huşu’suz ve şuursuz gafletle ve taklitçilikle namaz kılanları şiddetle kınayıp "Veyl olsun – cehenneme dolsun" diye uyarıvermesi bizzat Kur’an’ın ifade tarzıdır. Yani kalkıp bizi "Hoşgörülü olmamak ve sert üslup kullanmak"la suçlayanlar, ya kasıtlı bir karalama hesaplıdır, veya Kur’ani metot ve manadan habersiz bulunmaktadır.
Oldukça titiz ve dikkatamiz uzun bir gayret sonucu ve ağır bir sorumluluk duygusuyla hazırlansa bile, bu Meal’de bazı hatalara ve noksanlıklara da elbette rastlanacaktır. Bunların farkına varan ilim erbabının ve değerli okurlarımızın bizleri uyarması çok önemli hayırlara vesile olacak ve kendileri hürmet ve takdirle anılacaktır; ve tabi unutulmasın ki bu kitap, detaylı bir tefsir çalışması değil, ama parantez içinde kısa izahlı bir meal hazırlığıdır.
Amacımız; maalesef salgın hale gelen yanıltıcı ve yandaş toplayıcı "Algı operasyonları" yoluyla şahsi kanaat ve kuruntularımızı yaygınlaştırmak ve saplantılarımıza Kur’ani meşruiyet kılıfı sarmak değil, İlahi doğrulara ve Nebevi yorumlara kendi çapımızda tercüman olmaktır. Hz. Peygamber Efendimizin müjdeli ihbarıyla: "Öldükten sonra da, bizim hayırla anılmamıza, sevap defterimizin açık kalmasına ve insanların okuyup yararlanarak huzur bulmasına vesile olacak faydalı bir ilim ve eser bırakma" tavsiyelerine uygun bir hizmet ortaya koymaktır. Ve bu yolla Allah’ın rızasına ve insanların duasına ulaşma gayesi ve gayretiyle hazırlanan bu Meali Kerim, inşallah tebliğ ve tavsiye sorumluluğumuzdan da (kısmen de olsa) bizleri kurtaracaktır. Ve gönülden arzularız ki, haset ve hıyanet damarıyla: "Eğer O (Kur’an hizmeti ve hikmeti bu denli) hayırlı bir şey olsaydı (düşük tabakadan saydıklarımız ve ciddiye almadıklarımız) bizden önce ona yetişip ulaşmayı (başaramazlardı)" (Ahkaf: 11) itirazında bulunacaklar çıkmayacaktır. Rabbimizin rahmetinden umarız ki, böylece:
"Gerçekten, o kimseler ki, indirdiğimiz apaçık ayat-ı beyyinatı ve (Kur’an’daki) hidayet (koşullarını ve kurallarını bu) Kitapta insanlara ayan-beyan (şekilde) açıkladıktan sonra, (imkân ve iktidar odaklarından; ya zarara ve sıkıntıya uğrama korkusuyla veya makam ve menfaat umuduyla, bu ilahi hükümleri ve gerçekleri kısmen veya tamamen) gizlemeye (kasıtlı olarak gündeme getirmemeye, artık gereksiz ve geçersiz göstermeye yeltenip eğip bükmekte) olanlar (var ya)… İşte onlara hem Allah lanet edecektir, hem de lanet edebilen (herkes ve her şeyin) laneti onların üzerinedir" (Bakara: 159) ayetinin ve tehdidinin muhatabı olmaktan da bizleri koruyacaktır.
Bu Meali Kerim’in hazırlanmasında, basılmasında ve dağıtılmasında emeği geçen herkese ayrı ayrı tebrik ve takdirlerimi belirtirken, özellikle Üstat Ahmet Akgül Hocamıza şükranlarımı arz ederim. Bu arada hatalarımızı, yanlışlarımızı ve noksanlarımızı tespit edip yapıcı ve uyarıcı tenkitlerini sunacak değerli ilim erbabına ve dikkatli okurlarımıza da peşinen hürmet ve teşekkürlerimi iletmek isterim.
Abdullah AKGÜL
Ezher Üniversitesi. Usul-id Din Fakültesi.
Tefsir Bölümü Mezunu